Bir ressamın fırçasıyla usul usul tuale akan gök mavisinin ıtıra bulanmış eli midir rüyalarımı boyuyor sessizce. Sabaha yeni uyanmış kırmızı gül yaprağının üstünde ki çiğ damlası ile koklaşan gün ışığı mıdır yüreğimi titreten. Sudan toprağa, topraktan papatyaya, papatyadan peteğe, petekten kovana ve kovandan “kadere ermiş” bir yol öyküsü müdür kanımda ki bu alev. Hangi “sır” dan ve hangi sınırdan geçide gider bu incecik yol. Ben bu yolu nasıl yürürüm böylesine dağlanmış bir yürekle, böylesine kan akarak yaralarımdan? Yürüyebilir miyim ah, yürüyebilir miyim?
Bütün derinliğini yitirmiş sevmeler gibi bir sevmek olsaydı, gülüp geçerdim tatlı bir düş görmüş gibi. Oysa suya serpilmiş bir ölüm kadar iç içe ve mahsunum ben seninle. Biliyorum sevmek büyük ödül, bilmek de öyle. Tıpkı ikisinin aynı zamanda birer ceza olduğu gibi. Yani şimdi ben hem ödüllüyüm hem cezalı; seviyorum ve biliyorum. Biliyorum sen, ümidi, neşeyi, hüznü, acıyı ve vuslatı içinde barındırırsın. Oysa ben hiç biri değilim. Ben bir rüzgarım, bir çılgınım. Varlığı sende başlayan bir tutsağım, yokluğu sende bitecek bir nefeslik son arzu’yum ben ey aşk. Ben seninle bir dev, seninle bir cüceyim.
Her nefes adını çekiyorum kalbimin tespihinde. Beni derin yer altı yangınlarına terk edip, tırnağını ciğerime geçiren hasrete karşı savun. Bir tek gülüşün, bir tek bakışın için can vermeye hazır bekliyorum ruhumla, bedenimle birlikte.
Fırtınalı bir dağ başına düştü yolum ey aşk. Sen baktığında ben görüyorum, sen acıdığında ben kanıyorum, sen uyuduğunda ben rüya görüyorum, sen dokunduğunda ben titriyorum. Bakışlarından gül damlıyor diye yüzümü dönünce dikenlerin batıyor, kanıyor, kanıyorum ey aşk. Uzun ve ıssız dehlizlerin içinde derin aynalara bakıyorum yorgun ve bitkin. Yüzüm kapı eşiklerinde ey aşk. Yangın yüreğimden ruhuma sıçradı ve küllerim adınla cezbeye tutuldu.
Senin her gidişinle bir bebek kalbinde infaz edilirim ben. Her gidişinde senin meleğin gibi mahsunca ardından meleğime bakarım. İşte o zaman bütün varlığımla ben bir tek damla gözyaşı olurum. Sen ise kalbime türküler dizen bestekar. Ben sensiz her bahar üşüyen bir gonca iken, sen Cebrail nefesiyle goncayı okşayan bahçıvansın ey aşk. Sen gidince yıldızlar kayıyor gönül göğümden ve bu acı bu ürperti ruhumu yakıyor ey aşk.
Ben boş elleri göğe açılan bir avuç gece gibiyim, sen kalbimi aydınlatan kandil. Ben heybesi hüzün dolu bir yolcuyum, sen ise kalbi merhamet saçan bir güneşsin şu faniye. Ben Yusuf’un hasretine gözlerini veren Yakup, sen bir ömür kokusu burnumdan asla gitmeyecek bir Yusufsun.
Sen fırtınalı denizlere komşu yaşayan bir selvi ağacısın, ben geceleri senin yapraklarında ışıl ışıl parıldayan yıldızlara bakarak yolunu bulan bir gemi kaptanıyım ey aşk. Şimdi ben sana uzaklardan ürkekçe bakabilen bir ceylan gibiyim. Senin elindeki merhamet oklarının ucundayım işte. Dilimde geceyi ateşe verecek bir türkü ile nefes alıyorum acının direncini hafifleterek. İstanbul’u bu alevli gecenin içine atmaya kıyamadan burada öylece bekliyorum. Sen ise cevaplarımı sonsuza değin sır içinde sarıp sarmalayan bir derin sükut olarak karşımda öylece duruyorsun ey aşk.
_________________________________________________________________________________
Ferman KARAÇAM