Siyah Acı

Ben hep beyaz acılar bilirim

Kolları Osmanlı Coğrafyası kadar

upuzun

yaşlandıkça simsiyah acılar da tanıdım

yerin altında kolları

derin ve hain

bir kadın

güneş aşınca dam’ın bacasından

zemheri gibi kokar nefesi

bilirim

dizlerini dövünce avuç avuç

kaburgalarının kırılır gibi çatırdadığını da

bilirim

çocuklar evrensel bakarlar

yarasına kelebek konunca güler

bir ilk yaz akşamı

babası işten dönmeyince susanlar

bir çocuğun yüzü

kırağı düşmüş gül yaprağı gibi sararınca da

bilirim

toprak rengi haberler geçmiştir

kara gözlerinden çocuğun

ben hep beyaz acılar tanıdım

kalp atışlarım ağır bir zincir şakırtısıdır

çünkü doğdum ve yaşlandım

hep bir yetim çocuk gibi baktı bana

ortadoğu

ben hep beyaz acılar bilirim

kolları Osmanlı Coğrafyası kadar

upuzun

yaşlandıkça simsiyah acılar da tanıdım

yerin altında kolları

derin ve hain

Ferman Karaçam

http://twitter.com/fermankaracam

 

SES VE SÜS

Demek alıp gittik birbirimizi ve dokununca sır olan bıçağın keskin zarafetinden taşan büyünün izi kaldı geriye.

Oysa siluetinde, yeryüzünün en görkemli uygarlıklarını kurmuş büyük insanların ruhu ışıldayan bu şehirde geceler bile aydınlık olurdu. Gecelere yaslanıp; kimi acemi ve uçuk hayaller kurar, kimi bu dünyada bir tutsaktan farklı olmadığını düşünür boğazın tepelerine karşılıklı oturmuş o bilge ve ermiş ruhlarla sohbete dalardın. Sonra özgürlüğü özlerdin, ne mehtabın denizde ki meltemle cilveleri, ne sesin ışıkla dansı, ne bin bir çiçek kokularının boğaza çarpıp baş döndüren sarhoş eden büyüsü, ne tarih ve buhur karışımının yıldızlara ulaşan gurur verici letafeti hiçbir şey senin özgürlüğe koşmak isteyen firari ruhunu susturamıyor durduramıyordu Daha fazlasını oku

VE AĞUSTOS GELDİ

Bir Ağustos daha geldi. Meyan kökü şerbeti tadında bir Ağustos. Biraz buruk, biraz tatlı, biraz şuh neminde işveler saklı. Biraz muradına ermiş bir yağmur damlası gibi kırmızı gül yaprağının üstünde gülücük tadında. Biraz çatlamış susuz toprak gibi şerha şerha.

Bu Ağustos, bana geç gelen, benden çabuk giden bir Ağustos oldu. Belki de Eylül hemen gelsin diyedir bu çarçabuk gidiş. Kim bilir? Dili yok ki konuşsun. Gerçi dil neyi anlatabiliyor ki? Gözler dilden her zaman bir fazlasını anlatmıştır. Çünkü dil beyinden beslenir, yürekten cesaret alır. Yüreğin susması gerekirse dil konuşabilir mi hiç, ne haddine. Gözler ruhu yansıtır, yürekten ışık alır. Aydınlık olan ve sevginin de kaynağı olan orası çünkü.

Daha fazlasını oku

İKİ HÜZÜN BİRDEN GELDİ

Bir eserinde ” yollar, yoksulların yüzleri gibi tenhadır” der Nuri Pakdil.

 

Bana öyle gelir ki yolların en tenha olduğu bir vakitte çıkıp gelir eylül bilindik hüznüyle.

Bu yıl ise yolların tenhalığı yoksulların yüzü ile benzeştiği bir vakitte on bir ay sonra gelen eylül, çok kutlu bir dostla geldi hayatımıza. Yoksulların on bir ay beklediği ve artık yüzlerinin tenhalaştığı, yüreklerini bekleyişin hüznü bastığı bir vakitte, aşkın koynundan çıkıp geldi oruç insanın evrenine.

 

Bugün insan, yaşadığı çevrenin, şehrin, tabiatın, kendisine sunulmuş nimetlerin birçoğunu fark edemeden, onlara baktığı halde göremeden, dokunamadan, tadamadan yaşayıp gitmektedir. Hele büyük şehirde yaşayan insan, topyekûn bir yarışın içinde, adeta yarı baygın, hedefe kilitlenmiş ( hangi hedef ? ) hep birlikte yürüyüp gidiyor. Bir an kalabalığın içinden çıkıp çevresine, şehrine, nimetlerine bakabilmiş olsa birçok güzelliği fark edecektir elbette. Ancak yürüyen kalabalığın içinden çıkmak onu kaygılandırıyor.

 

Daha fazlasını oku